15 Aralık 2012 Cumartesi

Başçı İbrahim Cami









Bursa’da kubbeli kübik camiler içinde fark yaratan bir cami bulunmaktadır. Diğerlerinden farkı cami yapısı bünyesinde bir medresenin tasarlanmış olmasıdır. Genelde medreseler selatin camilerinin yanında külliyenin bir parçası olarak yapılırlar. Burada sözünü edeceğimiz yapıda ise camiye eklemlenmiş bir bölüm halinde ufak boyutlu tasarımı ile karşımıza çıkmaktadır. Sözünü ettiğimiz bu yapı Maksem mahallesinde Fatih döneminde yapılmış Başçı İbrahim Camisidir.
 Yapı 15.yüzyıla tarihlenmektedir. Banisi Başçı İbrahim adında bir tüccardır. Bazı yazarlar Başçı İbrahim’in müteahhidlik yaptığını bildirmektedir. Cem Sultan Türbesi’ni ve Abdal Mehmet Cami’ni Başçı İbrahim’in yaptığı söylenmektedir. Vakfiyesi Topkapı sarayındadır. Cami yapısının hemen yanında bir haziresi ve hamamı da bulunmaktadır. Başçı İbrahim Hamamı bugün Madırga Sanat Atölyesi olarak işlevini sürdürmektedir. Bursamızın tek mermer işleyen heykel sanatçısı olan Okan Sabuncular çalışmalarını bu tarihi mekanda sürdürmektedir. Hazirede Başçı İbrahim ve ailesine ait mezarlar vardır. Mezar taşları  mermer oyma  sanatının zarif örneklerindendir.
Tuğla-taş işçiliğinin güzel bir örneği ile şekillenmiş yapı 1854 depreminde zarar görmüş ve medrese bölümünün kubbeleri yıkılmıştır. Kare bir planla sonuçlanmış cami boyut itibariyle diğer kubbeli kübik camilerden büyüktür. Hemen hemen 10X10 ebatlarındadır. Büyükçe kubbesi Türk üçgenlerinden oluşan bir kasnağa oturur. Birçok pencerelerin aydınlattığı cami ferahtır. Fatih devrine tarihlenen minberi ve kapısı zariftir. Kalkan duvarında stilize edilmiş bir kemer üzerinde geometrik motiflerin bulunduğu güzel bir duvar örgüsü bulunur. Yüksek minaresi döneminin özelliklerini taşımaktadır.
 Başçı İbrahim hakkında halk arasında birçok efsane türetilmiştir. Döneminde oldukça etkili bir şahsiyetti. 1491 tarihinde öldüğünü kayıtlardan biliyoruz. Halk arasında evliya mertebesine ulaşan Başçı İbrahim’e adak adandığı ve bu adaklarında baş olduğunu hala halk arasındaki söylencelerden öğreniyoruz. Bu gelenek şimdilerde uygulanmıyor ama benim çocukluğumda türbelere ve  evliyalara adaklar adandığı ve bu adakların gerçekleştirildiğini  biliyorum. Önemli günlerde türbelere ve tarihi camilerin hazirelerine yapılan ziyaretlerde mumların yakıldığını, tesbihlerin, kilimlerin, ibriklerin ve bazı değerli armağanların sunulduğuna bizzat tanık oldum. Şimdi bu geleneklerin birçoğu artık uygulanmıyor. Başçı İbrahim ile ilgili en önemli söylence onun kazanlarla baş pişirdiği ve yaptığı hac ziyaretinde oğluna bu kazanlarda pişen başların susuz bırakılmamasını öğütlediği hikayesidir.

IRGANDI KÖPRÜSÜ



Eski çağlardan beri  çeşitli uygarlıklar kendi anlayışlarına ve dünya ticaret yönlerine göre değişen bir çok yollar yapmışlar ve bu yollarda zorlu doğa şartlarını yenmek için çeşitli mimari yapılar inşa etmişlerdir. İnşa ettikleri bu yapılardan en başta geleni hiç kuşku yok ki köprülerdir. Bu köprülerin bir çoğu ticaret yollarına adeta birer gerdanlık gibi takılmışlar, ve uygarlıklara büyük katkılar sağlamışlardır. Anadolu’nun Türk egemenliğine geçmesi ile hem eski köprüler onarılmış hem de yeni bir çok köprü inşa edilmiştir. Anadolu Selçuklu ve Osmanlı döneminde dünya köprü mimarisine ilham veren bir çok örnek gerçekleştirilmiştir. Hem uzunluk hem de kemer açıklığı bakımından çok ilginç örnekler inşa edilmiştir. Anadolu’nun yoğun bir ticari trafiğe sahne olması, özellikle ipek yolu Anadolu’daki yolların önemini ve güvenliğini önemli kılmış ve doğa şartlarının elverdiği ölçüde köprülerle bu yollar taçlandırılmıştır. Osmanlı döneminde de Anadolu’da ve Bursa’da birçok köprü inşa edilmiştir. Ama erken dönem Osmanlı mimarisinde Bursa’da yapılan Irgandı Köprüsü hepsinden ayrı bir yere sahiptir. Çünkü o türünün ilk örneğidir.
Irgandı Köprüsü dünyada gerçekleştirilmiş ilk çarşılı, arastalı köprüdür. Köprü üzerinde sıra dükkanların olması ve köprünün böyle tasarlanış biçimi yaratıcılığın ulaştığı noktayı göstermesi bakımından önemlidir. Bu  ticari bir zorunluluk mudur? yoksa köprüyü yapan mimarın yaratıcılığı mıdır? bunu bilemiyoruz. Ama ortada yaratılan bir gerçek olarak arastalı köprü fikri bence bir dehayı yansıtmaktadır. Bunun da hem şehrimizde hem de Türk mimarisi içinde gerçekleşmiş olması  gururumuzu kabartmaktadır.






Dünyadaki diğer çarşılı köprülerden ilki Venedik/İtalya’da yer alan Ponte Rialto Köprüsü’dür. Köprü 1591 yılında tamamlanmıştır. Diğeri Floransa / İtalya’daki Ponte Vecchio’dur. Türkçe eski köprü anlamında olan Ponte Vechio II.Dünya savaşında İtalya’da bombalanmamış tek köprü olarak tarihe geçmiştir. İlk olarak 992 yılında yapılan bu köprü son halini 16. yüzyılda almıştır. Bulgaristan’ın Lofça kentindeki Osma Çarşılı Köprüsü ise son örneğimizdir. Köprülerin hepsi de birer sanat şaheseridir. Hepsi de farklı karekterdedir. Benim en ilgimi çeken köprü ise Ponte Rialto’dur. Burada uygulanan mimari ve plastik sanat estetiğin doruklarındadır.
Irgandı Köprüsü 1442 yılında Muslihiddin Hoca’nın babası Pir Ali tarafından yaptırılmıştır. Tek gözlü bir köprüdür. Yaklaşık olarak 40 metre uzunluğundadır. Irgandı köprüsü 1855 Bursa depreminde üzerindeki arasta bölümü yıkılmış daha sonra buraya derme çatma kulübeler ve barakalar yapılmış. Fakat bu sefer de 1922 yılında Yunanlılar Bursa’dan çekilirken köprü bombalanmış ve tahrip olmuş. Kaynakların bildirdiğine göre köprü üzerinde 31 dükkan,1 adet mescit ve 2 adet depo bulunmaktaymış.  Evliya Çelebi Bursa’ya yaptığı seyahatte Irgandı Köprüsü’nden söz etmiştir. Evliya Çelebi ‘’Bursa'nın bir çarşısı da Gökdere'deki Irgandi Köprüsü üzerindedir ki, yemin ve yesar ikiyüz kadar hallac dükkanlarıdır. Hücrelerinin pencereleri zir-ü paylerinden cereyan eden Gökdere'ye nâzırdır ‘’diye sözeder.
  Irgandı Köprüsü için ayrıca bir söylencede bulunmaktadır. Köprünün girişinde de bulunan yazıtta; Orhan Gazi Bursa'yı fethettiği sırada Tanrı uğrunda savaşan yiğitlerden biri bu köprü yerinde "çıkayım mı, geleyim mi" diye bir ses işitir. Gazi hemen kılıç çekip "Çık bakalım, ne yapabilirsin" diyerek sesin geldiği bir yere kılıç vurunca vurduğu yerden gürleyip büyük bir hazine meydana çıkarak yer ırgalanıp sallanır, sarsılır. Gazi, hayrette kalarak şaşırır. İki yanına bakarak ne görse iyi? Derenin içi sikkeli altınlarla dolu.Hazineyi bulan, hemen koşarak Orhan Gazi'ye olanları anlatır. O da: "Ne hayır ettin! Allah sana kısmet etmiş. Git Bursa'da hayra sarf et." diye emreder. Savaşçı bütün hazineyi evine taşıyarak onda birini devlet hazinesine verdikten sonra kalanı ile büyük bir köprü yaptırır. İşte Irgandı Köprüsü denmesinin sebebi budur ‘’ diye yazmaktadır.
Irgandı Köprüsü 2004 yılında Osmangazi Belediyesi tarafından restore edilmiştir. Bu çok olumlu yaklaşım ne yazık ki restorasyon açısından olumlu sonuçlar vermemiş ve eski mimari anlayışından uzak farklı bir karakter kazanmıştır. Oysa eski resimlere ve gravürlere bakıldığında köprünün daha farklı bir mimari anlayışa sahip olduğunu görüyoruz. Ayrıca eskiden olmayan bazı mimari unsurların eklendiğine de tanık olduk. Ne yazık ki bizler restorasyonu beceremiyoruz. Oysa Ponte Rialto köprüsünün resmine bir daha bakın. Hemen hemen Irgandı Köprüsü ile yakın tarihte yapılmasına karşın Ponte Rialto köprüsü eski özelliğinden hiçbir şey yitirmeden günümüze kadar gelebilmiş. Saygılarımla.

Çınarların Bezediği Kent








Osmanlı imparatorluğu aldığı şehirlere mührünü çınar ağaçları ile vurmuştur. Bütün Osmanlı şehirlerinin ana özelliğidir bu. Şehrin her tarafından çınar ağaçları yükselir. Kökleri toprağın derinliklerine kadar inen çınar ağacının kolları da adeta göğü kucaklamaktadır. Osmanlı da aynı çınar ağacı gibi bu toprakların  derinlerine kök salmıştır, kolları da Anadolu’nun en ücra noktalarına bile uzanmıştır.
Osmanlı Beyliği’nin kuruluş öyküsünde çınar ağacının izlerini buluyoruz. Osman Bey konuk olduğu Şey Edebali’nin evinde gece uykusunda şeyhin göğsünden yükselen ayın kendi göğsüne indiğini görür ve ayın indiği yerden bir çınar ağacı yeşerir, hızla büyüyen ağaç, kollarıyla tüm yeryüzünü kaplar. Osman bey rüyasını şeyhine anlatarak ondan büyük bir cihan imparatorluğunu kuracağı muştusunu alır. Böylece çınar ağacı bir simge haline dönüşerek Osmanlı şehirlerinin vazgeçilmez bir parçası olur.
Tüm Osmanlı şehirleri içinde çınar ağaçlarının en yoğun olduğu kent  Bursa’dır. Adeta çınar ağaçları ile bezenmiştir. Bursa’nın eski mahallelerinde, köylerinde yol kenarlarında asırlık çınarlar vardır. Bu çınarların bir çoğu da Osmanlı’nın kuruluşu ile yaşıttır. Bu ağaçlardan bazıları yaşadığı mahalleye, semte adını vermiştir. Çınar ağaçları öylesine sarmalamıştır ki  bizi bazen gölgesinde oturup çayımızı yudumlamışızdır, bazen mahallemizin insanlarının buluştuğu bir nokta, bazen de parkta sırtımızı dayayıp dinleneceğimiz bir yer olmuştur. Bu gün kendisi yok olsa bile ismi yaşayan çınar ağaçlarımız vardır. Yaşayan ağaçlarımızdan bazıları çok kötü durumdadır. Bazıları ise Belediyemizin koruma çalışmaları sonucu yaşamlarını sürdürmektedir. Fakat bu çınar ağaçları da su ve havanın yetersizliği sonucu beslenememekte ve gelişemeyip çürümektedirler.
Bursa’mızın en eski çınarlarından biri kavaklı caddesi üzerindeki Kavaklı Çınarıdır. Daha önceki yazılarımızdan birinde Kavaklı Cami’nden söz ederken değinmiştim. Eski devirlerde çınar ağaçlarına kavak dendiği için adı Kavaklı çınarıdır. Bu gün çok kötü durumda olan bu ağacımız yok olmak üzeredir.
Diğer eski çınar ağaçlarımızdan biri de artık yaşamayan Duaçınarı’dır. Aynı isimli semtimizde yakın zamanlara kadar yaşayan bu anıt ağacımız bazı yanlışların ve doğanın acımasızlığına kurban gitmiştir. Ankara yolu çalışmaları sırasında bir hayli zarar gören bu dev ağacımız yine de iki refüj arasında yaşamını sürdürürken 1991 yılında bir lodos sonucu yıkılarak ömrünü tamamlamıştı. Oysa bir zamanlar Ankara istikametinden Bursa’ya gelenleri o karşılardı. Çok da ilginç bir öyküsü vardır. Yıldırım Beyazıd devlet ileri gelenleri ile Ulucami’de Cuma namazı kılarken Somuncu Baba da yanlarındadır. Somuncu Baba’nın cumadan sonra hangi kapıdan çıkacağını tesbiti için  kapıya da gözcü koydurulmuş ve üçü de kendi kapılarından çıktığını söylemeleri üzerine Sultan Beyazıd han şaşırarak Somuncu Baba’yı bulmalarını istemiş, gözcüler Somuncu Baba’yı işte bu çınarın altında Ulucami’yi yaptıranlara dua ederken bulmuşlar. İşte bu yüzden bu çınara Dua çınarı denmiş.
Ulufeli çınarın hikayesi de sanırım ilginizi çekecektir. Yıldırım Beyazıd’ın ilk erkek çocuğu olması dolayısı ile o gün Bursa’da doğan bütün erkek çocuklarına ulufe dağıtılmasını emretmiş ve bunun üzerine yaşlı bir kadın saraya gelerek kendisinin de bir evladı olduğunu belirtmiş ama kimseyi inandıramayınca görevlilerle birlikte şehrin dışındaki bir bağa gidilmiş ve yaşlı kadın buradaki yeni çınar fidanını göstererek ‘’işte benim de oğlum bu ‘’demiş. Padişah Beyazıd iletilen bu durum üzerine etkilenmiş ve  kadına ulufe bağlatmıştır. İşte bu ağaca da bu yüzden Ulufeli çınar denmiştir. Bu gün ne yazık ki bu anıt ağacımız da yok olmuştur. Ama hikayesi ve adı hala yaşadığı kentte ve semtte bilinmektedir.
Yaycılar çınarı, Dudaklı çınarı, Eskicidede çınarı, İnkaya çınarı, Ağlayan çınar, Kiremitçi çınarı, Maskem çınarı, Halkalı çınarı ve daha ismini sayamadığımız bir çok anıt ağacımızın öyküleri bulunmakta. Bu kısa yazımızda sadece birkaçına değinebildik. Haftaya değişik ve haylide ilginç bir çınar ağacı öyküsü ile karşınızda olacağız. Saygılarımla.

ULUUMAY  OSMANLI  HALK  KIYAFETLERİ ve TAKILARI MÜZESİ


Bursa barındırdığı müzelerle adeta bir müze kent görünümündedir. Her biri birbirinden önemli müzeler kentimizi süslüyor. Bu müzeler  işlevleri ve üstlendikleri misyon bakımından Türkiye’mizin ilklerini oluşturuyor. Mesela Tofaş Anadolu Arabaları Müzesi, Ormancılık Müzesi, Kent Müzesi gibi ihtisaslaşmış müzeler ilklerden. Bu müzelere bir de Uluumay Osmanlı Halk Kıyafetleri ve Takıları Müzesi’ni eklemek gerekli. Çünkü bir köşede unutulmuş gibi görünen bu müze Kültür Bakanlığının bile ötesinde büyük bir iş başararak Anadolu  insanının kıyafetlerini ve takılarını derleyip toplayarak belli bir bütünlük içinde  gözler önüne seriyor. Gerçekten büyük bir iş başarmış Esat Uluumay. Muazzam bir emek ürünü bu müze.
Uluumay Osmanlı Halk Kıyafetleri ve Takıları Müzesi Muradiye semtimizde bulunmakta. Muradiye Şifahanesinden beşikçilere inerken yolun hemen karşısında Şair Ahmet Paşa Medresesi olarak bilinen yapıda yer almakta. Şair Ahmet Paşa Medresesi Fatih dönemi yapısı. 15.yüzyıla tarihleniyor.  Şair Ahmet paşa tarafından yaptırılan bu medrese dikdörtgen planlı zarif bir yapı. Fatih döneminin ünlü şairlerinden olan Ahmet Paşa  Fatih’in vezirliğini yapmış daha sonra Şeyhülislam ve Bursa Mutasarrıflığı gibi önemli hizmetlerde bulunmuş. Burada yer alan türbesindeki yazıtta ölüm tarihi olarak 1496 verilmektedir. Tuğla ve taş işçiliği ile yapılan medrese yakın zamana kadar harap durumda iken Esat bey sayesinde onarımları yapılarak müze haline dönüşmüş. Bursa Ticaret Odası ve Belediye olanaklarından da yararlanılarak güzel bir kültür merkezi yaratılmış.
Uluumay Osmanlı Halk Kıyafetleri ve Takıları Müzesi’nde Anadoluda yaşayan hemen hemen bütün insanlarımızın kıyafetleri sergileniyor. Buna azınlıkların kıyafetleri de dahil. Kıyafetler orijinal örneklerden toplanmış. Daha sonra yapılan bir kıyafete burada rastlanmıyor. Anadolu öylesine enteresan bir yapıda ki her adım başı kıyafetler değişiyor, müzikler değişiyor ve takılar değişiyor. Bu da büyük bir çeşitlilik bir zenginlik yaratıyor. İşte bu zenginliğe burada birebir tanık oluyorsunuz. O kadar çok değişik kıyafet ve bunların takıları mevcut ki insan şaşırıyor. Bunların toplanması gerçekten çok zor ve yoğun bir uğraşı gerekli kılıyor. Bir de hepsi orijinal, özgün kıyafetler. Hepsi birer pırlanta. Hepsi sanat eseri. Kıyafetlerin her birinin kendine özgü takıları, aparatları var. Her kıyafetin başlıkları, ayakkabıları, cepkenleri, tokaları, bel bağlamaları, aksesuarları farklı. Bunların toplanıp sergilenmesi aynı zamanda büyük bir bilgi birikimini de gerektiriyor. Sergilenen kıyafetler mankenlere giydirilmiş. Mankenler statik olarak durmayıp izleyenlerin karşısında dönüyorlar. Giysileri bütün yönleriyle izleyiciler görebiliyorlar. Her detaya dikkat edilmiş. Modern sergileme olanaklarından mekan izin verdiği ölçüde yararlanılmış. 




Müzenin bazı olumsuzlukları da bulunmakta. Hak ettiği ilgiyi görememesini en başta söylemek gerekli. Ne yazık ki çok az ziyaretçisi var. Oysa o kadar önemli bir müze ki. Anlamak olanaklı değil. Bir diğer olumsuzluk ise bulunduğu mekanın yani medresenin olanaklarının böylesi önemli bir sergi için yetersiz kalışı. Bu sanat eserleri yabancı bir ülkede olsa inanın görkemli büyük bir müze binası yaparlar ve ziyaretçiler kapısının önünde uzun kuyruklar oluştururlar. Esat Uluumay tüm bunların farkında. Elinden gelenin en iyisini yapmak için didiniyor. Bursa halkı olarak ona katkı sağlamak zorundayız. Hele yeni sergisi çok önemli. Anadolunun  bütün semavi din adamlarının kıyafetlerinin bulunduğu bir sergiyi açıyor. Yakın zamanda kendisine gittiğimde sergi hazırdı. Ona çalışmalarında başarılar diliyerek ve sizden de böylesi değerlerimize sahip çıkmanızı isteyerek yazımı sonlandırıyorum. Saygılarımla.

Türkiye Cumhuriyeti’nin kaderi hiç kuşku yok ki Mudanya Mütarekesi ile belirlenmiştir. Bu antlaşma ile Mondros ve Sevr bir paçavraya dönüşmüş ve Türkiye Cumhuriyeti emperyalist devletlere karşı siyasal bir zaferi ilk kez bu antlaşma ile kazanmıştır.
 Antlaşmanın imzalandığı dönemin Mudanya’sı küçük, şirin bir Anadolu kasabaydı. Savaş yıllarının tüm olumsuzluklarının izlerini taşıyordu. Yer yer  harab olmuş binalar terk edilmiş bir savaş kasabası izlenimi veriyordu. Fakat tüm bu görünüşüne rağmen Mudanya yinede Bursa’ya uzanan tren yolu ve kırık dökükte olsa hareketli limanı ile bir umut kasabasıydı.
Mütareke görüşmeleri için Mustafa Kemal ve arkadaşları iyi  bir hazırlık yapmışlardı. Önce heyetin oluşması sağlandı sonra yer seçimi. 19.yüzyıldan kalma Rus asıllı tüccar Ganyanof’un evi Mütareke için seçildi. Görüşmelerin yapılacağı salon ile delegasyonların çalışmaları için oluşturulan odalar ve dinlenme mekanları özenle hazırlandı. Önce Fransız heyeti daha sonra İtalyan ve İngiliz heyetleri savaş gemileri ile Mudanya’ya geldiler. Yunan heyeti karaya çıkmadı, Armutlu açıklarında demirleyerek gelişmeleri uzaktan izlediler. Yoğun bir çalışma ve karşılıklı tartışmalar sonucunda Türk heyeti önemli bir zaferle antlaşmadan alınlarının akıyla ayrıldılar.
Mütareke çalışmalarını izlemek için dünya basınından bir çok gazeteci Mudanya’ya akın etti. Bu gazetecilerin başında ünlü Nobel ödüllü romancı Ernest Hemingway geliyordu. Oldukça taraflı yazıları Mudanya ve Bursa’dan Amerikalı okurlarına aktarıyordu. Mustafa Kemal ve arkadaşları hakkında birçok olumsuz düşüncesi yazılarında yer almıştır. Amerikan kamuoyunu yeni Türk devleti hakkında olumsuz yorumları ile etkilemiştir.
Her şeye karşın büyük bir zaferle sonuçlanan bu antlaşma Sevr denilen paçavranın yok olmasıyla neticelenmiş ve bu olaya hizmet etmiş Mudanya ve Ganyanof’un evi ise hatıralarda ve tarihimizin sayfalarında önemli bir yer almıştır. Mudanya’nın ileri gelenlerinden Hayri İpar isimli tüccar, bu yalıyı satın almış ve 1937 yılında Mudanya Belediyesi tarafından müze olarak düzenlenmiştir. Müze 1959 yılında Kültür  Bakanlığına devredilerek Bursa Müze Müdürlüğüne bağlanmıştır.
Ganyanof’un binası Mudanya’nın en güzel yerinde deniz kıyısında tüm ihtişamı ile durmaktadır. Maviye saplanmış beyaz bir anıt gibidir. İki katlı olan bu yalı mimarisiyle dikkat çeker. Geniş bir kapıdan yalıya girilir. Kapının iki yanında yine geniş pencereli odalar yer alır. Alt katta mütareke görüşmelerinin yapıldığı salon ve diğer odalar vardır. Üst katta ise Türk heyetine başkanlık eden İsmet İnönü ve Asım Gündüz Paşa’nın odaları bulunur. Yalının bir bodrum katı ve çatı arasında da balkonlu odası vardır. Osmanlı Sivil Mimarisi içinde değerlendirilmesi gereken bu bina 19.yüzyıl batılılaşma etkilerini mimarisine yansıtmıştır.



Son yıllarda kapsamlı bir restorasyon geçiren yapı Şu an oldukça iyi durumda ve ziyarete açıktır. Her gün önemli bir ziyaretçi trafiği yaşıyan bu müzemiz hakettiği ilgiyi Bursa’lılardan ve Türk halkından görmektedir. Saygılarımla.

Cennetin Meyvesi Zeytin

Bursa Anadolu’nun en güzel sofralık zeytinlerinin yetiştirildiği yer olarak haklı bir üne sahiptir. Gemlik, Mudanya ve İznik zeytinlerinin adını duymayan yok gibidir. Hem yeşili hem karası sofralarımızın baş tacıdır. Yağı sağlığımız için vazgeçilmez bir ilaçtır. Kalbimizin dostudur. Bursa ekonomisi içinde en önde gelen tarımsal üründür zeytin. Üç büyük ilçemize hayat verir. Gelin tarihin derinliklerinde yol alalım ve zeytinin hikayesine bir göz atalım.
Cennette iki ağaç bulunur. Biri ‘’gerçek ağacı’’ olarak bilinen incir ağacı ,diğeri de ‘’hayat ağacı’’ olarak bilinen zeytin ağacı. Zeytin tanesi dünya üzerindeki yolculuğuna yaklaşık 6 bin yıl önce Anadolu’dan başladı. Bu bölge zeytinin yetişmesine de çok uygun bir yerdi. Yabani zeytin oleaster’in aşıyla kültür bitkisi olan sativa’ya dönüştürülmesi yeryüzünde ilk kez zengin Anadolu topraklarında gerçekleşti.  Tıpkı üzüm gibi, tıpkı buğday gibi. Tanrılar çıktı bu bitkilerden. İşte Dionysos şarap tanrısı. Anadolu’nun her yöresindeki farklı üzüm türlerinden yapılan en kaliteli şarapların tanrısı. Ünü çok uzak diyarlara kadar yayıldı. Adına tapınaklar yapıldı, şölenler düzenlendi. Buğday bu topraklarda ehlileştirildi. Birçok yabani bitki gibi. İlk kez bu topraklarda tarıma geçildi. İlk köyler burada yaratıldı.
Zeytinde bu bitkiler içinde en önde gelen yaşamsal değerdeki  bir bitkiydi. Mitlere esin kaynağı oldu. Tanrıça Athena’nın bitkisiydi zeytin. Yunanistan başkentine zeytin ağacını armağan ettiğinden kent onun adıyla anıldı. Nice köylere adını verdi. Eski çağlarda aydınlatmada kandillerde, meşalelerde kullanıldığı için büyük önem kazandı. Temizlenmede,yaralanmalarda kullanıldı. Sabun yapıldı posalarından. Çekirdekleri yakıldı. Muazzam bir kültür oluştu zeytin üzerine. Anadoluda zeytin ve zeytin yağı kültürünün gelişmesine dair arkeolojik kazılardan  çok önemli ipuçları elde edildi. İ.Ö.2500 lere tarihlenen Kilis Oylum Höyükte mezarlar içerisinde kaplar içine konmuş zeytin taneleri  bulundu. İ.Ö.3000-2000 arasına tarihlenen İzmir Urla Limantepe’de zeytinciliğe dair izler ve zeytinyağı depoları bulundu. Keza Klozemenia’da ortaya çıkarılan zeytinyağı işliği zeytinyağı üretiminin ulaştığı evreyi belgelemesi açısından önemlidir. Ege ve Marmara denizi altında yatan birçok batıkta, gemilerin zeytinyağı ve şarap dolu depoları bu iki ürünün Anadolu ekonomisi için önemini kanıtlamaktadır. Birçok tapınağın, lahidin zeytin betimlemeleri ile dolu olduğunu görüyoruz. Bir zamanlar evlerin duvarlarını bile süslüyordu . Çanak çömlek üzerine resimleri yapıldı. Zeytin ve zeytin kültürü bu topraklara adeta kazındı.


Akdeniz havzasına yayılan bu mucizevi bitki asıl köklerini taşıdığı Anadoluya ve bunun bir parçası olan Bursamıza hala hayat veriyor. Kıymetini bilenlere.

Ayvaini Mağarası

Sanırım seksenli yıllardı. İki arkadaş Dorak köyüne bir gezi planladık. Hazinesi ile ünlenmiş  bu köyü görmeyi ve bilgi almayı amaçlamıştık. Uluabat gölünün doğu ucunda yüksekçe bir yerde kurulu Dorak köyü bizi çok etkilemişti. Doğası güzel olan bu yerde tarihinden hiçbir iz bulamamıştık. Biz de başka yerleri keşfe çıktık. Dorak köyüne yakın Ayva köyüne geldik. Burada bir mağara bulunduğunu biliyorduk. Ama ne yazık ki hiç görmemiştik. Köylülerle yaptığımız kahvehane sohbetinde bize mağarayı gösterebileceklerini belirttiler. Bizde yanımıza bir köylüyü alarak mağaraya doğru yol aldık. Mağaraya ulaşmamız biraz zor oldu. Ağaçları aşarak hafif bir kaya tırmanışı yaptık. Yeşilliklerin arasından koskocaman mağara ağzını gördüğümüzde tüm zorlukların ve çabanın boşa olmadığını bizi saran o hazdan anlamıştık. Gerçekten çok etkileyici bir manzaraydı. Yaz ayları olduğu için içinden akan su oldukça azalmıştı. Daha sonra mağaranın içine doğru yürüdük. Fakat yanımızda ekipman olmadığı için fazla bir yol katedemedik. Bu  kadarı bile bizi çok etkilemişti. Sonra yıllar geçti ve olanaklar ülkemizde fazlalaştı. O yıllarda gerekli ekipmanı bulmak neredeyse imkansızdı.
Ayvaini mağarası Türkiye’mizin en uzun dördüncü mağarası. Uzunluğu 5,5 kilometre. Pınargözü-Isparta, Tilkiler-Antalya ve Kızılelma-Zonguldak mağaralarından sonra Ayvaini mağarası geliyor. Mağaranın iki girişi bulunuyor. Üst Jura-Alt Kretase  dönemlerinde  kireçtaşları içinde yatay olarak gelişmiş bir mağara Ayvaini. Bir düden mağarası olan Ayvaini kapalı bir havzanın boşalımını sağlıyor. Mağaraya giren sular, derinliği 0,5 – 4 m. arasında değişen damlataş havuzları ve göllerden geçerek, 290 m. kotundaki kaynak ağzından yeniden yüzeye çıkarlar. 
Ayvaini Mağarası’nın en karakteristik özelliği şekil olarak büyük bir yerköprüyü andırması ve damlataş  havuzları veya göllerin üzerine sarkan kısa boylu, ancak kalın, beyaz renkli sarkıtlarıdır. Yüzbinlerce yıllık bu oluşum insanı hem korkutuyor hemde heyecana sürüklüyor. Mağarayı dolaşırken adrenalinizin yükseldiğini ve karşı konulamaz bir heyecana kapıldığınızı görüyorsunuz. Bir de mağarada yaşayan yarasaları unutmamak gerek. Kalabalık bir yarasa topluluğu yaşıyor mağarada.
Mağaracılık günümüzde artık bir bilim dalı. Speleoloji adıyla biliniyor. Mağaracılık ile ilgili ilk kayıtları M.Ö.220 yıllarında Çinliler tutmuş. Arkeolojik kayıtlı en eski mağaranın BİRLEYN mağaraları olduğu kabul edilmektedir. Dicle nehrinin Bermal çayı kenarında yer alan mağara ile ilgili ilk yazılı belgenin M.Ö. 221 yılında Çin’de hazırlandığı, ve Asur kralı TİGLATH PİLASER tarafından M.Ö.1100 yılında ziyaret edilip girişine kendi portresini ve soy ağacını kazıttığı anlatılmaktadır. Daha sonraları M.S.1000’li yıllarda dünyamızın değişik yerlerinde kayıtlara rastlanıyor. İlk mağara haritaları ise 1719 yılında Macaristan’da yapılmış. Modern speleolojiyi kuran insanlardan biri Fransız mağarabilimci Eduard Alfred Martel’dir. Türkiye’de ise ilk araştırmalar Jeolog Abdullah Bey tarafından 1869 yılında gerçekleştirilmiştir. Günümüzde üniversitelerde kurulan birçok dernekte mağara araştırmaları yapılmaktadır.


Eğer yolunuz buralara düşerse mutlaka Ayvaini’ne uğrayın. Yanınızda ekipmanınız olmasa bile en azından mağaranın girişine çıkın. O gizemli havayı soluyun. Ve kulak verin yüz binlerce yıl öncesinden gelen seslere..

Fetih Haftası Dolayısıyla

Bu hafta fetih haftası. Bursa’nın fethinin 684. yılı kutlanıyor. Ben de bu anlamlı günde Osmanlı padişahlarının ve yakınlarının türbelerini ziyaret etmek istedim. Eskiden Türbeler Müzesi olarak hizmet veren bu mekan günümüzde kültür bakanlığına bağlı Osmanlı Türbeleri olarak çalışmalarını sürdürüyor.  Öyle anlaşılıyor ki, Türbeler Müzesi olmaktan çıkartılarak sıradan Türbelerin bulunduğu  bir mekana indirgenmiş. Oysa bu türbelerin Anadolu coğrafyasında bir eşi ve benzeri yok. Öyle ki Osmanlı Mimari örnekleri arasında da bunlar ünik (tek) örnekler. Eskiden ziyaretçilerden küçük miktarda ücret alınırken şimdilerde hiçbir ücret alınmıyor. Kapıda bir güvenlik görevlisi bekliyor. Ayrıca kapalı devre kamera sistemi ile koruma güçlendirilmiş
Osmanlı Beyliği’nin imparatorluğa dönüşüm sürecine tanıklık eden birçok isim bu mekanda yatıyor. Muradiye Cami’nin hemen yanında bulunan türbeler büyük bir alanda inşa edilmiş. Osmanlı dönemi türbe mimarisinin en güzel örneklerini barındıran  mekanda değişik mimari biçemlerde gözleniyor. Tuğla-taş işçiliğinin duvar örgülerinde görüldüğü türbelerde pencerelerde vitraylar, iç duvarlarda ise çiniler ve boyalı nakışlar ile süsleme programı doruğa ulaşıyor. Erken devir Osmanlı Mimarisi’nin ve süsleme  sanatlarının proto-tipleri bu mekanlarda oluşturulmuş. Gezerken insanın etkilenmemesi olanaksız. Bahçede servilerin ve çınar ağaçlarının arasına birer inci tanesi gibi serpiştirilen türbeler, iç mekanlarında turkuvaz, patlıcan moru çiniler ve yeşil-kırmızı ağırlıklı boyalı nakışlar ile insanı ta yüreğinden sarıverip çok eskilere taşıyor. Hele çinilerin eşliğinde vitraylardan süzülen ışık oyunları ile Osmanlı döneminin ihtişamını yaşatılıyor.
Bu güzelliklerin yanında türbelerin genel havası ve içinde bulunduğu durum tam bir tezat oluşturuyor. Ne yazık ki bu muhteşem mekanı gezerken çok üzüldüm. Fetih haftasında tarihimize karşı ilgisizliğimizi görünce irkildim. Şayet sihirli bir el türbelere dokunup olumsuzlukları yok etmezse çok yakında sanat şaheserlerimiz yitip gidecek. Her taraf dökülüyor. Bazı türbeler depoya dönüştürülmüş. Ziyarete kapalı olan türbelerin camları kırılmış. Bu nasıl bir anlayıştır ki kendisi için koca bir mirası tahrip edebiliyor. Bu yüzden iç mekanda alçı sıvalarda tahribatlar yaşanmış, görebiliyorsunuz. Oysa bu mekanlarda hassas bir ısı dengesi vardır ve bunun korunması gereklidir. Kündekari ahşap kapıların durumu da hiç iç açıcı değil. Gelişi güzel zincirlenmişler. Bazıları tahrip edilmiş. Tüm bunları görünce artık bazı şeylerin geri döndürülemeyeceğini anladım. Bazı süslemeler  ve boyalı nakışlar yok olmuşlar. Aklıma bir de bizim yaptığımız restorasyonlar ve bunlarda uyguladığımız kriterler gelince daha da umutsuzluğa kapılıyorum. Gerçekten  bu haftada içim acıyor. Keşke gelip bu olumsuzlukları görmeseydim diyorum. Ağaçların gölgesinde kuş sesleri arasında düşünüyorum bunları. Bir saatten fazla bir süre buraları dolaştım. Bu süre içinde ne acıdır ki, hiç kimse ziyarete gelmedi. Tek başımaydım ve gözlerimden yaşlar akmaya başladı. Oysa bu hafta fetih haftasıydı. Osmanlı beyliğinin sultanları ve yakınları burada yatıyorlardı.
Türbe gezimi sonuçlandırmak üzere iken Muradiye Cami ile Türbeler arasında yerde yatan bir sürü mezar taşı gözüme ilişti. Birçoğu kırıktı ve sağa sola savrulmuştu. Oysa bu mezar taşlarına dikkatli bakan sıradan biri bile taşlardaki ince ve zarif işçiliği görünce bu taşların önemini hemen kavrardı. Taşların arasında bazı nadide süslemeleri ile dikkat çeken mimari parçalarda vardı. Mezar taşlarında ve mimari parçalarda ne bir envanter nosu  ne de bir işaret bulunuyor. Bir ülke tarihini  bu kadar  mı savsaklayabilir. Ona gereken önemi atfedmez.  Artık  konuşmak ve yorum yapmak istemiyorum. Türbelerden ayrılırken güvenlik görevlisi ile konuştum. Beni tek teselli eden türbelerin yakında il özel idaresi tarafından restore edileceği oldu. İleriki yazılarımda tek tek bu türbeleri size tanıtacağım.











Fetih haftasında ecdadımızın miraslarına sahip çıkmamızı ve onlara gereken önemi vermemizi diliyorum.  Saygılarımla..

                                     KÜLLİYELER

Genellikle bir çok tarihçi ve yazar Türkleri  her zaman göçebe bir ulus olarak nitelemişlerdir. Birçoğu bu olguyu bilerek ve aşağılamak kastıyla ileri sürmüştür. Onlara göre göçebe bir ulus uygarlıktan nasibini alamamış, barbar bir topluluktu. Avrupalıların bu gün de ileri sürdüğü  bu görüş bizim bazı tarihçilerimiz tarafından da kabul görmüştür. Hatta toplumumuzun bazı kesimleri ‘’ne de olsa bizler göçebe bir ulusuz’’ diyerek kendilerini küçük görme gibi bir yanılgıya düşmüşlerdir. Elbette bu inanışların bir kısmı cehaletten kaynaklansa da geneli bilinçlidir. Bu kısa yazımızda tüm bu soruların yanıtını verecek değiliz. Ama Türklerin uygarlık tarihinde ortaya koydukları bir oluşumdan bahsederek bir nebze olsun bu savları çürütmüş olacağız.
Evet bizler göçebe bir milletiz. Ama aynı zamanda tarih sahnesinde en eski kentleri kuran uluslardan da biriyiz. Orta Asya da birçok kent kurmuşuz. Bu kentlerde yaratılan mimarlık gerçekten ileri boyutlarda. Örneğin Karaz kentinde sulama kanalları yüzlerce kilometreye ulaşan devasa yapıları ile Orta Asya boyunca yeraltına döşenmiş. Yine bu coğrafyada bir çok kent surlarla ve değişik işlevlere sahip mimari yapılar ile donatılmış. Yeni mimari kavramlar burada gerçeklenmiş. İşte bu mimari yapılardan bir tanesi de Külliye olarak adlandırdığımız oluşumlardır.
Külliye farklı fonksiyonlara, işlevlere sahip yapıların bir arada toplandığı, toplumun dini, kültürel, sosyal ve ticari hayatına etki eden önemli bir kuruluştur. Bir külliyede başta cami olmak üzere medrese, darüşşifa, imaret, tabhane (misafirhane), han, hamam, sıbyan mektebi, sebil, çeşme, muvakkithane (saat tamirinin ve imalatının yapıldığı yer), köprü gibi yapılar bulunur. Dikkat edileceği üzere bu yapıların hepsi toplum gereksinimleri için en temel olanlarıdır.Toplumun gereksinimlerine cevap vermek üzere tasarlanmışlardır. Külliyelerin bir çoğu merkezine camiyi oturtmuş, etrafına medrese, imaret, darüşşifa, han, ve hamamı alarak gerçeklenmiştir. Külliyelerin mimarisine bakıldığında bu yapı topluluklarının sıradan gelişigüzel yapılmayıp belli  bir plan çerçevesinde gerçekleştirildikleri görülür. Anadolu’da Türk devlet geleneğinin sosyal devlet anlayışına uygun olarak kurumlaşan külliyeler sosyal yaşamın temel bir parçası olmuşlardır.
Tarih sahnesine külliyeler 10. yüzyılda Türkler tarafından sokulmuştur. İran çevresinde en erken örneklerini gördüğümüz külliyeler Karahanlılar, Gazneliler, Selçuklular tarafından şehirlerin vazgeçilmez parçaları olarak kullanılmışlardır. Aslında bir İslam geleneği olarak düşünülen bu oluşumun İslam öncesi Türk mimarisinde temelleri vardır. Türk şehirlerinde sosyal yapılar bir düzen içinde ve belli kurallara bağlı kalınarak planlanmıştır. Türklerin islamiyeti kabulleri ile bu plan daha da ileri götürülerek Mimar Sinan ve Osmanlı İmparatorluğu ile doruğa ulaşmıştır.
Külliyelerin erken dönem Osmanlı mimarisinde ilk örneklerini Bursa’da görüyoruz. Orhan Bey’in 1339 yılında inşa ettirdiği ilk Osmanlı külliyesi Osmanlı Mimarisi için önemli bir yer tutmuş; gelenek ile yeni oluşumlar sentezlenerek Mimar Sinan’a kadar ulaşacak çizgiyi başlatmıştır. Orhan Külliyesi merkezinde zaviyeli bir cami, medrese, aşhane, han ve hamamdan oluşur. Ne varki bu külliyeden geriye sadece cami ve Emir Hanı  ile hamam kalmıştır. İkinci olarak şehrin batısında planlanan Hüdavendigar külliyesi yapılmıştır. Bu külliyede merkezde cami ikinci katında medrese, türbe, gusülhane, imaret olarak planlanmıştır. Şehre hakim bir tepe üzerine kurulu bu külliye o zaman için bir cazibe merkezi olmuştur. Diğer üçüncü külliye ise bu sefer doğuya inşa edilen Yıldırım Külliyesidir. Bu külliyede yine hakim bir tepe üzerine kurulmuştur.
Dikkat edilirse bu külliyelerin hepsi belli bir plan çerçevesinde ve şehrin gelişme yönleri göz önüne alınarak yapılmışlardır.  Bu olguda şehir planlamacılığı da dikkat çekici bir özelliktir. Külliyelerin planlanışında gelişigüzelliğe asla yer yoktur. Her detay gözetilmiştir. Külliyeler ile ticaret ilişkisi gözetilmiş ve parasal kaynaklar sağlanmıştır. Her külliyenin bir vakfiyesi bulunmaktadır.
Erken dönem Osmanlı mimarlığında daha bir çok kente külliyeler yapılmıştır. İmparatorluk döneminde ise Külliye Mimarlığı Sinan ile birlikte doruğa tırmanmış en seçkin örnekler sunulmuştur. Her biri birbirinden önemli bu külliyeler imparatorluğun başkenti İstanbul’da birer inci tanesi gibi boğazı süslemektedir.



Bir devlet için toplum gereksinimlerini göz önünde tutmak ana hedeftir. Bugün bile büyük tartışmalara neden olan bu olgu; o devirler için ileri bir uygulama ve şehirlerin gelişmesine, planlamasına katkı sağlamak için atılmış önemli bir adımdı. Bir Osmanlı şehrine girildiğinde şehrin sülüetine egemen olan bu yapılar bugün gökdelenlerin ve apartmanların altında ezilmektedirler. Uygarlık tarihi için önemli bir adım olan külliyeler bugün sahte bazı oluşumlar ile gölgelenmektedir. Türklerin bir armağanı olarak tarih sahnesinde yer alan bu oluşumlar halkımızdan gerekli ilgiyi ne yazık ki göremiyorlar. Saygılarımla.

BUZCULAR


Bugün sizlere Bursa’nın Osmanlı sarayı ile olan ilişkilerinden, saray mutfağından ve mutfağın vazgeçilmez bir parçası olan buzdan sözedeceğim. Buz o devirlerin en önemli metaryellerinden biriydi. Çünkü sıcak havalarda yemekler bozulabiliyor, serinlemek gereksinimi buzlar vasıtası ile karşılanıyordu. Sarayın ve İstanbul’un buz ihtiyacı ise Büyük ölçüde Uludağ’dan getirilen buzlar ile gideriliyordu. Bu işleri yapan kalabalık bir aile vardı. Benim de bir parçasını oluşturduğum bu aile Buzcular sülalesidir. Büyük bir tarihe sahip olan bu aile bugün bir hayli dağınık, birbirinden ve tarihlerinden habersiz yaşamlarını sürdürmektedir. Şimdi hem ailemizi hem de yaptıkları hizmetleri yukarıda söylediğim Osmanlı sarayı istikametinde anlatalım.
Osmanlı İmparatorluğunda en önemli ticaret merkezlerinden biri hiç şüphesiz Bursa idi. Anadolu coğrafyasında tarihi ipek yolunun en uç noktasını oluşturan kentte canlı bir ticaret hayatı hüküm sürüyordu. Hanlar dolup taşıyor kente bir çok yabancı akın ediyordu. Özellikle İstanbul’a yakınlığı bu niteliğini pekiştiriyor, sarayın bir çok ihtiyacı Bursa’dan karşılanıyordu. İpek, dokumacılık, kereste, sebze ve meyve, tütün gibi mallar ticaretin en önemli kalemlerini oluşturuyordu. İpek ve dokuma çok beğenilen ve ünü sınırları aşan  ürünlerdi. Saray Bursa’nın en güzel sebzelerini, meyvelerini alıyor ve o zamanların en geçerli ürünlerinden olan buz ihtiyacını Uludağ’dan karşılıyordu. Buzdolabı olmadığı için hem saray hem de halkın gereksinimlerini karşılamak için bir buz sektörü oluşmuş ve bu sektör bir tekel gibi bir ailenin nüfusuna geçmişti.
Osmanlı saray mutfağında çeşitli görevleri üstlenen uzman kişiler vardı. Bunlar arasında aşçıbaşı, ocakçıbaşı, kebapçı, tatlıcı, hamurcu, pilavcı, balıçı, kuşcu, gibi uzman ustalar ve bunların yamakları görev yapıyor ayrıca da diğer hizmetliler olan yoğurtçular, sütçüler, tavukçular, buzcular, karcılar, fırıncılar, helvacılar, bozacılar, kasaplar bulunuyordu. Bunlar çoğunlukla acemi ocağındaki asker adaylarından seçiliyordu.


Yiyecekler ve içecekler buz kalıplarının içerisine konuyordu. Bu işi de sarayda Karcıbaşı üstlenmekteydi. 1768 Eylül’nde  yaşanan bir olay karın o devirler için ne kadar önemli olduğunu göstermesi bakımından önemlidir. Gemlik Katırlı dağlarına buz getirmek için çıkan buzcular eşkiyanın eline düşmüş, eşkıya saraya haber salarak ‘’eğer istediğimiz parayı vermezseniz dağlardan buz alamaz şerbetlerinizi buzsuz sıcak içersiniz ‘’diye tehdit etmiştir. Böylece saray buzsuz kalmış ve yemekler yazın sıcağında kokuşmuştur. 16. yüzyılda İstanbul’a gelen İspanyol Pedro isimli seyyah anılarında İstanbul’u anlatırken burada kar ve buz satan esnafın kasaplardan fazla olduğunu yazmıştır. Sonuçta o dönem için buz çok önemli bir meta idi. Bazı kaynaklarda ve belgelerde padişahların buz ticaretinden çok önemli kazançlar elde ettiğini yazmaktadır. Mesela Sokullu Mehmed Paşa’nın buz satışından yılda 80 bin altın kazandığı Alman papaz Schweigger tarafından nakledilmektedir. Padişah’ın bu kazancı temin etmesinde en önemli unsur Buzcular’a düşmektedir. Buzcular Padişah adına bu işi yapıyorlardı ve bir başkasının buz çıkarmasına ve taşımasına izin verilmiyordu. Uludağ’ın karlıklarından çıkarılan buzlar katırlarla Mudanya limanına oradanda ailemize ait çektirilerle İstanbul’a taşınıyordu. Padişah bu hükmü bir fermanla Buzcu ailesine vermiş ve defaatle bu hüküm tekrarlanmıştır. 1571 yılında Bursa kadısına saray tarafından gönderilen bir hükümde Hassa-i Hümayün için yüz yük buz tedarik edilmesini ve bu iş için buzcubaşına görev verilmesi hükmü dikkat çekicidir. Ailemizin üyelerinin ellerinde bu yönde birkaç ferman bulunmaktadır. Bizzat ben de küçükken dedem Fahrettin Buzcu’nun elinde fermanlardan birini görmüştüm. Değerli büyüğümüz İsmail Buzcu’lar yazdığı ‘’517(799) senedir yaşayan bir Aile Buzcular’’ kitabında hem fermandan hem de ailemizin tarihinden ayrıntılı olarak sözetmektedir. Bende yeni başladığım ailemize ilişkin araştırmalarda her gün yeni bir belgeye ulaşmaktayım. Umarım Bursa’ya ve Osmanlı Sarayına üstün hizmetlerde bulunmuş ailemizi daha derinlemesine öğrenmek olanağını bulabiliriz.Saygılarımla.